“Evlilikte Aldatma ve Türleri” konulu bölümüyle “Ruh Cerrahı” programımız Türkiye Klinikleri TV program arşivimize eklenmiştir.
#evlilik #aldatma #drobenejder
“Evlilikte Aldatma ve Türleri” konulu bölümüyle “Ruh Cerrahı” programımız Türkiye Klinikleri TV program arşivimize eklenmiştir.
#evlilik #aldatma #drobenejder
Bağlanma korkusu;
Çağan Irmak’ın müthiş ses getiren filmini hatırlıyorsunuz değil mi? Issız Adam…
Yarım kalmış bir aşk hikayesini anlatıyordu. Seyreden herkesi çok etkilemişti o film, kadınlar ağlayarak çıkıyor, erkekler “ ben o filme gitmesem “ diye kaçıyordu. Çünkü bu film, bir aşk hikayesinin, tarafların birbirini sevmediği için değil , kadın ve erkeğin korkuları yüzünden nasıl sona erdiğini anlatıyordu.
Duygularını göstermekte zorlanan, hiçbir ilişkiye bağlanmak istemeyen , korkan bir Issız Adam vardı karşımızda. Kendine kurduğu bir dünyanın içinde yaşayan, yalnız , oradan oraya savrulan , kısa süreli hazlarla mutlu olmaya çalışan… Her ne kadar bağlanmaktan korksa da , doğum günü pastası için ortadan kaybolan çalışanlarını göremeyince bağlandıklarını kaybetmekten ne kadar çok korktuğunu o an hissetti.
Çağan Irmak filmin merkezine bağlanma korkusunu yerleştirmişti. Herkesin hayatında yarım kalmış aşklar , ilişkiler vardır. Bu yarım kalmış aşkların temelinde sevgisizlik değil, korkular , kaygılar vardır. Dile gelmemiş, söylenememiş pek çok korku, kaygı tüketir ilişkileri. Zihinler hep geriye gider. Geçmişteki sevgili unutulmaz, her mutsuzlukta, her kalp sızısında geçmiş hatırlanır.
Bağlanma; sevmek, içe bağlı olmaktır. Bağlılığın oluşması için kişinin özgür iradesi önemlidir. Ayrılmaktan korktuğu için değil ya da karşı tarafın kendini ilişkide tutmaya zorlamasından değil, kalmayı kendi iradesi ile seçmesidir. Flört etme, nişanlı olma ya da evli olma bir kişinin bağlı olduğunu göstermez.
Bağlanma ihtiyacı beraberinde korkuları da getirir. Bir şeyin varlığı sizi ne kadar mutlu hissettirir ise yokluğu ya da yok olma ihtimali de o kadar kaygılandırır ve korkutur. Bilinç altı bir süreçle “Üzüleceğim “ diye geri çekilir , kaçar. Bu korku hayata, aileye, işe, genel insan ilişkilerine dair olabileceği gibi kişinin duygusal ilişkilerinde de söz konusu olabilir.
Bağlanma korkusunun temellerinde;
Terk Edilme Korkusu: Terk edilme korkusu yaşayan kişilerin geçmişlerinde bu korkuyu doğuracak temel olaylar vardır. Ailesi ile ilgili, özellikle de annesiyle ilgili böyle bir deneyim yaşamış olma ihtimali daha fazladır. Küçük yaşlarda yaşanan bu deneyim her defasında aynı şeyi yaşayacakmış gibi korku hissettirir.
Acı Çekme Korkusu: Küçük yaşlarda annesinden ayrılmak zorunda kalan ya da güvensiz bir ortamda bulunmuş acı çekmiş kişiler bir daha aynı acıyı yaşamamak için savunma mekanizması geliştirirler. Bilinç altına bastırdığı bu duygudan kaçmak için çeşitli davranışlar sergilerler. Karşı tarafa kendini değersiz, yetersiz, sevilmiyormuş gibi hissettirirler.
Kültürümüzde çocuğu sütten kesmek için annesinden uzaklaştırır, başka bir yere götürüler. Oysa ki henüz meme dönemindeki bir çocuğu annesinden bir hafta- bir ay ayrı tutmak son derece sakıncalıdır. Bu durum çocukta derin acı ve güvensizlik oluşturur. Anne geri döndüğünde ise artık çocuk hiçbir zaman eskisi gibi aynı güveni duymaz ve bağlanmaz.
Ayrılamama, Özgürlüğünü Yitirme Korkusu: Ayrılamama korkusu ilişkiye bağlanma korkusunu açığa çıkarır. Genellikle kendilerine güveni düşük kişilerdir ve reddedilmekten korktukları için kendi istedikleri kişiler yerine kendini beğenen kişiler ile birlikte olurlar. Ancak bu durumda her ne kadar kendilerini güvende hissetseler de eşlerine yoğun duygular besleyemezler. Eşlerini zayıf, güçsüz , eksik bulsalar da gerçek duygularını söyleyemezler ve terk edilmekten korkarlar.
Bağlanma korkusu yaşayan kişilerin çoğu bu korkularının farkında değildir. Ancak kişi fark ederse bu konuşulur ve ilişki içinde çözümlenir.
Örneğin;
Evliliklerinin 12. yılında terapiye başvuran bir çift, son 3 yıldır çok kavga ettiklerini, ilişkilerinin düzelebileceğine dair umutlarını yitirdiklerini, son çare avukattan önce terapiste geldiklerini söylemişlerdi. Erkeğe göre eşi çok kıskanç, dayanılmaz derecede sorgulayan, bulduğu her açıkta olay çıkaran, çok söylenen, yıpratıcı bir kadındı. Kadına göre ise eşi; sorumsuz, evin bütün yükünü kadına yıkan, kendi başına planlar yapıp, sadece eğlenceye para harcayan, güvenilmez bir adamdı.
Bireysel ve evlilik öykülerini aldığımızda; Erkeğin evliliğin gündelik sorumluklarını almak istememesinin nedeni ebedi çocuk, genç kalmak istemesi olduğu anlaşılıyordu. Çünkü eğer “ eş” ya da” baba “ kimliklerini üstlenirse içinde dayanılmaz bir öfke ve sıkıntı oluşuyordu. Öfkelenmemek için her türlü sorumluktan kaçıyor; kaçamadığı zaman da zarar vererek patlıyordu. Karısına duyduğu öfkeyi onu sosyal ortamlarda yalnız bırakarak, pasif şekilde ifade ediyordu. Karısı bu izolasyon duygusunu reddedilmişlik olarak algılıyor ve eşini sert bir dille eleştiriyordu. Bu sözel saldırıya karşı adam atağa geçiyor ve bazen fiziksel şiddet uyguluyor bazen de evi terk etmekle tehdit ediyordu.
Erkek Kaçınan bir bağlanma stiline sahip yani bağlanmaktan korkuyordu.
Kadın ise doğduğu andan itibaren aileyi birleştiren bir arada tutan bir görev üstlenmişti. Annesi, babası, ablası hep ona güvenmiş, ailenin bütün sorunlarını yüklenen ve çözen bir kadın olup çıkmıştı. Hayırlı evlat, hayırlı anne olma yükü, kendi ihtiyaçlarını hep ikinci plana atmasına ve içinde biriktirdiği sıkıntıları paylaşamamasına sebep oluyordu. Kendini kurban rolüne koymuştu ve hep “muhtaç olunan” kişiydi. Sonuçta evlenince de eşine ; ailesine yaptığı gibi annelik yapıyordu ve koşulsuz destek sağlayarak bir gün eşinin de onun ihtiyaçlarını fark edip, gidereceğini düşünüyordu. Her ne kadar şikayet etse de parayı, güç ve kontrolü elinde tutuyordu ve eşim bensiz yapamaz diyordu.
Kadın Kaygılı Bağlanma stiline sahipti. Kendine olan güvensizliğini eşine dayandırıyor ve çaresiz, kurban rolünü sürdürüyordu.
Bu çiftin terapilerinin en önemli aşaması kendilerini ve geçmiş bağlanma stillerinin evliliklerini nasıl olumsuz etkilediğini keşfetmeleriydi. Bundan sonraki adım ise artık keşfedilenleri kabul etmek ve sağlıklı bağlanma stiline doğru geçiş yapmaya çalışmak…
Ülkemizde yapılan bir araştırmada ; toplumun yaklaşık %38 i Güvenli, %48,5 kaygılı , %13,5 ise kaçınan, güvensiz bağlanma stiline sahip olduğu tespit edilmiş.
Aynı araştırmada; her iki bireyin de kaçınan, güvensiz bağlanma stiline sahip olduğu evliliklerin sık görüldüğünü göstermekte. Ancak bu durum çiftleri mutsuz etse de , evlilikleri kötü bile gitse ; boşanmak yerine, evliliği sürdürdükleri anlamını taşımakta.
Evlilik uyumu ve doyumu açısından bakıldığında; her iki çiftin de Güvenli Bağlanma stiline sahip olduğu evliliklerin daha uyumlu ve doyumlu yaşanma ihtimali çok yüksek.
Kadının Güvenli bağlanma stiline sahip olduğu, erkeğin ise Kaygılı bağlanma stiline sahip olduğu evliliklerde ise anlaşma daha iyi , toplumsal dengeler açısından her ne kadar sıkıntı yaşansa da sürdürülebilir bir evlilik yapısı vardır.
Erkeğin Güvenli, kadının ise Kaygılı bağlanma stiline sahip olması, aşırı güvensizlik ve kıskançlıkları evliliğin kalitesini düşürmekte , kavgaların sık yaşanmasına sebep olmaktadır.
GÜVENLİ BAĞLANMA:
KAYGILI BAĞLANMA
KAÇINAN BAĞLANMA:
Çocuklarınıza Cinsel Eğitimi Doğru zamanda doğru bilgilerle vermelisiniz
Cinsellik biyolojik ve sosyal olarak inşa edilen, kültürel ve dini inançları yansıtan bir olgudur.
Anne babalar çocuklarıyla konuşmaktan utandıkdıkları için bu konuda konuşmayı sürekli ertelerler.
Çocuklar ise tüm masumiyet ve saflıkları ile öğrenmeye ve meraklarını gidermeye yönelik sorular sorarlar. Çoğu anne baba bu sorulara hazırlıksız yakalanırlar ve beklenmedik anda gelen bu sorular kaygı yaratır. Kaygı da hata yapma olasılıklarını arttırır.
Ebeveynler çocuklara duyusal uyaranları nasıl yorumlayacaklarını ve deneyimlerini tanımlarken hangi kelimeleri kullanacaklarını öğretirler. Ayak parmağı ya da göbeği gıdıklandığında agulayıp kahkaha atan bebek, cinsel organına dokunulduğunda aynı tepkiyi verir. Bebek, vücudunun bu kısmının cinsel bir bölge olduğunu henüz öğrenmemiştir. Çünkü yetişkinlerin zihinlerindeki cinsel kavram ve düşüncelere sahip değildir. Çocuk için burası zevkli tepkiler veren vücudun her hangi bir bölümüdür. Anne babaların bu bölgeler hakkında nasıl tepkiler verdiği ve onu nasıl tanımladığı önemlidir. Demek ki çocuklar için cinsellik yetişkinlerde olduğundan farklıdır.
Genel anlamda cinsel eğitim; çocukların ve ergenin bedensel, duygusal, sosyal, zihinsel ve cinsel gelişimlerini takip etmek, kız ve erkek rollerini kabul etmesine, kendi cinsinin özellikleri ve karşı cinsin özellikleri ile bir bütün içinde yaşamasına yardımcı olmak amacıyla verilen bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmalarıdır.
Cinsel eğitim doğumdan başlayan ergenlik dönemini de içine alan uzunca bir süreçtir. Gerek anne, gerek baba tarafından verilecek cinsel eğitim, çocukların ve ergenin başka kaynaklara yönelmesini engelleyecektir.
Cinsel eğitime başlamak için belli bir yaş bulunmamasına rağmen, anne babalar, çocukları okul öncesi dönemdeyken (3-4 yaş dolaylarında) ilk sorularla karşılaşırlar.
Açıklamalar sade bir dille, rahat, utanmadan ve bilimsel kaynaklardan yararlanarak yapıldığı takdirde gelecekte karşılaşılabilecek olası zorluklar yaşanmayacaktır.
Anne babalar çocuğa iyi ve kötü dokunuşu ayırt etmeyi öğretmeli, uygun cinsel davranışın sınırlarını belirlemeli, çocuğu doğru cinsel bilgiyle donatmalılar.
Demokratik aile ortamında yetişen çocukların, cinsel gelişim sürecinde sorun yaşama olasılıkları azdır. Merak ettiklerini rahatlıkla sorabilir ve uygun yanıtlar alabilirler. Kendilerine olan güvenleri nedeniyle ve ne isteyip ne istemediklerini rahatlıkla ifade edebildikleri için cinsel tacize uğrama olasılıkları çok azdır. Çünkü bunu önleyebilirler. Herhangi bir duygusal açlık yaşamadıkları için, bu anlamda kendilerini kullandırmaları söz konusu değildir. Sağlıklı kız/erkek arkadaş iletişimini rahatlıkla kurabilirler.
Ergenlik döneminde babası ile konuşabilen onun tarafından kabul gören ve aşağılanmayan , çocukluğundan itibaren baba oğul kaliteli zaman geçiren bir erkek ergenin cinsel kimlik bulma süreci sağlıklı geçecektir.
Aynı şekilde annesi ile h,iç korkmadan, yalan söyleme ihtiyacı duymadan konuşabilen kız çocuğu da merak ettiği tüm bilgiyi annesinden alabildiğinde yanlış bilgilerle donanmayacak , sınırlarını bilecek ve ileride kendi cinsel kimliği ile barışık, sağlıklı bir cinsellik yaşayabilecektir.
Gençlere verilecek cinsel eğitimde en önemli mesaj , cinselliğin sadece kadın erkek arasındaki fiziksel bir ilişki olmadığı , aynı zamanda duygusal , sevgiye ve saygıya dayalı bir ilişki olduğudur.
Cinsel İstismar nedir? Nasıl çocuğumu korumalıyım?
Cinsel istismar, bir çocuk ya da yetişkinin başka çocuk/çocukların veya başka yetişkin/yetişkinlerin, istemediği cinsel davranışlarına maruz kalmasıdır. Cinsel istismar, genelde çocuğa yakın olan kişiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu tür eylemler yinelenen tarzda olduğunda çocuk için daha ağır sonuçlar doğurabilir.
Çimdikleme, okşama, sıkıştırma, öpme, el ile sarkıntılık etme, laf atma, uygunsuz sözcüklerle rahatsız etme, cinsel ilişkiye teşebbüs, tecavüz cinsel istismar kapsamına girer. İstismarın verdiği hasar; sürekliliğine, çocuğun yaşına, istismar edenin çocuğa olan yakınlığına, bağlılık derecesine ve aradaki yaş farkına, fiziksel zorlama ve şiddet içermesine, istismar davranışının derecesine bağlı olarak değişir.
Cinsel istismarın derecesi ne olursa olsun unutulmamalıdır ki kimse cinsel istismara maruz kalmak istemez; kimse cinsel istismarı hak etmez; hiçbir davranış cinsel istismarı, taciz ve tecavüzü haklı gösteremez ve her türlü cinsel istismar kanunlar ve toplum önünde suçtur.
Çocuğumu cinsel istismardan korumak için ne yapmalıyım?
Çocuğum ergenlik yaşında; onun cinsel istismara uğramaması için ne yapmalıyım?
Çocuğunuzla bir arkadaş gibi konuşmalısınız, şu konularda onunla açık ve net konuşmalısınız…
“ İş hayatına öyle bir dalmışız ki doktor hanım, paraydı, alacaktı, verecekti derken çocuklarımın nasıl büyüdüğünü fark edemedim. Çocuğumun okumayı söktüğü ana şahit olamadım, lisede basketbol maçına izin alıp gidemedim, ateşli hastayken annesi var nasılsa yanında diyerek gece boyunca bekleyemedim. Şimdi düşünüyorum da buna değer miydi?”
“ Hep bir evim olsun istiyordum, sadece kiradan kurtulup rahat edelim, ev sahibi çıkaracak mı diye korkmayalım istedim. Önce 2 odalı bir ev aldık, başta taksitlerini ödemek o kadar zor geldi ki, bir daha borca girmeyiz artık dedim. Sonra bir yazlık aldık, sonra ikincisini de satıp site içinde bir daire aldık, hem de 4 odalı…Bu arada baktım da tam 4 kez arabanın modelini değiştirmişiz, 5 kez de telefonun…
Sonuçta 18 yıllık evliyiz, çocuklarımız büyüdü, birlikte ne şehir dışı tatile gidebildik, ne bir otelde kalabildik, ne de güzel bir restorana gidebildik. Hanım ne zaman alışveriş yapacak olsa hep erteledi, çocukları spora , sanata yönlendiremedik, varsa yoksa kurs, dershane…. Biz işten eve, evden işe, onlarsa okuldan eve, evden okula. Biz hayatı yaşamamışız doktor hanım. “
Bu ve benzeri cümleleri gerek danışanlarımdan gerekse gittiğim eğitimlerden o kadar çok duyuyorum ki.. Sürekli bir mutsuzluk, serzeniş ve hayatı kaçırmanın yarattığı pişmanlık hali var. Sadece tüketerek mutlu olmaya çalışıyor insanlar. Kendi ellerinde var olanları değil de başkasının sahip olduklarını kıstas alıyorlar. İyi de bir başkasının hayatına yetişmek o kadar kolay mı? Bir başkasının hayatını yaşamak size ve aile kültürünüze uyar mı?
Yaşamınızın Dengelerini Koruyun!
Hayatta mutlu olabilmenin tek yolu, sahip olduklarınızın değerini bilmekte, şimdiye odaklanabilmek ve elinizden gelenin en iyisini yapmak için sorumluluğu üzerinize almakta…
Bu nedenle eğer yaşamı bir puzzla benzetecek olursak , 4 önemli köşesini iyi kurgulayabilmek gerekiyor, BEN, AİLE, İŞ ve SOSYAL HAYAT …
Hayatı dengeli yapılandırabilmeniz için işte önerilerim:
Okuldan başım ağrıyor, karnım ağrıyor bahanesi ile sürekli kaçıp gelen 15 yaşındaki oğlunun hasta olabileceğini sanan annesi onu doktora götürmek istediğinde şiddetle karşı çıkıyor ve galiba gribim, uyuyunca geçer diyerek yatıyordu.
Birkaç hafta sonra annesi oğlunun yatak çarşafını değiştirirken yastığının kılıfının içine sokulmuş, sigara benzeri bir şey bulmuştu. Bir yandan anne yaşadığı şoku atlatmaya çalışırken bunun ne olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Dışındaki kağıdı çıkardı, ve içindeki otu koklamaya başladı, bu bildiği sigaralara benzemiyordu.
Esrar olduğunu anlamıştı , ancak bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Anne ve baba olarak kavga etmeyen, iyi anlaşan bir çiftlerdi, üstelik çocuğunun her türlü ihtiyacı ile ilgileniyorlar, ellerinde avuçlarında ne varsa veriyorlardı. Sırf oğlu ders çalışsın diye evle ilgili hiçbir sorumluluğu vermiyorlar, akşamları ders çalışacağım deyip odasına kapandığında veya dışarı çıkmak yerine bilgisayar başına oturduğunda onu rahatsız bile etmiyorlardı.
Anne oğlunu izlemeye başladı, telefonunu karıştırırken , arkadaşı ile mesajlarının birinde haptan ve ottan konuştuklarını fark etti. Büyük bir hışımla oğlunun üzerine yürürdü, bir kaç gündür yaşadığı endişenin ve sinir bozukluğunun etkisi ile ona bağırmaya, hakaret etmeye başlamıştı.
Oğlu inkar ediyordu ancak, annesi telefonundaki mesajları yakaladım diyerek onu yüzleştirdi. Oğlunun bu yakalanmaya tepkisi kötü oldu. Annesinin onu gizlice dinlemesine , eşyalarını karıştırmasına çok kızmıştı ve buna hakkı olmadığını inanıyordu. Karşılıklı bağırıp, küstüler. Oğlu kapıyı çarpıp çıktı, gece ona kadar eve gelmedi.
Anne babaya bir şey söylemekten çekinip, bu durumu ondan saklamaya karar verdi. Ama oğlunun eve geç gelmesi onu daha da endişelendirdi, madde kullanmaya devam edeceği korkusu ile babasına tüm olayları anlattı..
Babası bunları duyunca çılgına dönmüştü, gece kapı çalındı ve oğlu kıpkırmızı gözlerle sanki sarhoş gibi eve geldi, babası bağırarak oğlunun üzerine yürüdü, oğlu da babasına ilk defa karşılık verdi, o da bağırdı. Babası sonunda oğluna vurmaya başladı, anne araya girdi, ortalık sakinleşti ve bu yaşanılanları herkesten gizleyerek bir ay geçirdiler.
Anne ve baba oğullarının evden çıkmasını yasakladılar. Çocuk okuldan eve, evden okula gitmeye başladı. Kimseyle konuşmasına izin vermiyorlardı. Bilgisayarı kaldırdılar, cep telefonunu elinden aldılar.
Bütün harçlığını da kesmişlerdi. Ancak bir gün okuldan aradılar ve okulda yapıştırıcı koklarken yakalandığını söylediler.
Bunu üzerine baba, hızla okula gitti, onu zorla hastaneye götürmeye ve yatırmaya karar verdi. Doktorların bir kısmı ayaktan tedavi olabileceğini söyleyerek yatırmadılar, ancak babası başka bir şehirde oğlunu yatıracak hastane buldu. Hastaneden çıkınca kesinlikle düzeleceğine inanıyordu.
Ancak iki hafta sonra hastaneye dışarıdan madde sokulduğunu ve oğlunun bu maddeyi kullandığını öğrendi. Baba artık uzmanlara da inanmıyordu. Sorunu kendi bildiği yöntemlerle çözmeye karar vermişti.
Oğlunu okuldan aldı ve bir işe verdi. Çocuk bütün gün işyerinde çalışıyordu. Ona hiç para vermiyordu. Bir gün eve polis geldi. Oğlunun arkadaşlarıyla bir şeyler çalarken yakalandığını karakolda olduğunu söylediler, baba tekrar yıkıldı, her şeyi yaptığına inanıyordu.
Bu nedenle evde yaşanan büyük kavganın arkasından oğlunu evlatlıktan reddettiğini söylerek evden ayrılmasını söyledi…
Gençler alkol, esrar, extasy gibi tuzaklara düşüyor, peki ya toplum?
Maalesef ki her geçen gün esrar tuzağına düşen genç sayısı ve yaşanılan bu hikayeler artıyor. Ve yine maalesef ki toplumun bütün bireyleri üç maymunu oynuyor. Görmüyor, duymuyor, konuşmuyor.
Ocak ayı boyunca sizlerle madde kullanan gençleri , ailelerin yaklaşımlarını ve onları bu tuzağa düşmekten nasıl kurtarabiliriz i paylaşacağım.
Haftaya buluşmak üzere….
Evliliği bir ilişkiden ayıran en önemli fark; sadece duygusal bir bağa değil, hukuki bir sürece de dayalı olmasıdır. Birlikte çocuk sahibi olmak, ev, araba gibi çeşitli mallar edinmek veya borç sahibi olmak evliliği hukuki bir zemine oturtur.…Bu nedenle anlaşmazlıklar yaşandığında ne yazık ki başladığı gibi güzel ve medeni bir şekilde bitmeyebilir.
Aslında bir ilişkide karşılıklı iletişimin yetersiz olması, kişilik yapılanma bozukluklarının olması ayrılığı ve boşanmayı sancılı bir hale getirir.
Eğer her iki tarafında rızası ile bitmiyorsa bir ilişki; istemeyen taraf için son derece acı veren bir süreç başlar… Kişinin kendisini bırakılan, yetersiz, değersiz, kusurlu hissetmesine neden olur. Ayrılık ve “ bırakılmışlık” hissi onun dünyasında bir kişilik sorununa dönüşür.
“ O beni beğenmiyor ve istemiyorsa, kimse beni beğenmez ve istemez” diye düşünülür. Bir süre sonra değersizlik hissi yerini öfkeye bırakır, karamsarlık ve çökkünlük hali ile geçici depresyon yaşayabilir.
Bazen bu öfkeyi yenebilmek için tekrar ilişkiyi başlatıp, bu sefer bırakan taraf kendisi olmak ister, partnerini kıskandırmak için yoğun çaba göstermeye başlar ve asıl mesajı “ beni kaybettin ama ne kadar değerli birini kaybettiğini fark et” mesajıdır. Ayrıldığı için pişman olmasını ister.
Aslında ayrılık; birini bırakmak değildir. Kimse kimseyi bırakmaz. Bırakıldığını hissedenin de bıraktığını söyleyenin de kendine güvenle ilgili yetersiz duyguları vardır. Bir ilişki karşılıklı özgür irade ile başlar, yaşanır ve karşılıklı anlaşmazlıklarla, hatalarla duygu kaybına sebep olduğunda biter.
Ayrılık Nedenleri
Ayrılık nedeni ve bu süreci atlatış şekliniz daha sonraki ilişkilerinizde ne yaşayacağınızı, nasıl ilişkiler geliştireceğinizi, ne tür sorunlarla baş etmek zorunda kalacağınızı belirler. En sık görülen ayrılık nedenleri:
1. Aldatmak ve aldatılmak: Yaşanılan ilişki içinde her iki tarafın da çözülememiş duygusal sorunu var demektir. Duyguları azalan taraf, bu süreci izleyememiş, duygularının neden azaldığını görememiş, karşı tarafa aktaramamıştır. Karşı taraf ise ilişki içinde eşinin ilgisinin ve duygusunun azaldığını ya fark edememiş, ya da sorgulamamıştır. Her iki taraf da kaybetme korkusuyla problemleri görmezden gelmiş, çözüm yolları üretmek yerine kaçmayı tercih etmiştir.
Ayrılmaya gücü yetmeyen taraf başka bir ilişkiye tutunarak ilişkiden çıkmıştır. Kendini değerli hissetmeye, önemsendiğini, sevildiğini hissetmeye duyduğu yoğun ihtiyaç; aldatmaya doğru sürükler.
Aldatma nedeni ile biten ilişki; taraflardan birine derin bir güvensizlik ve öfke bırakırken, diğerine derin bir suçluluk ve pişmanlık bırakır. Bu durum iki tarafın da geçmişe saplanmasına ve gelecekte sağlık ilişki kurmasına engel olur.
2. Duygu kaybı : Çiftlerden birinin uzun süreli duygusal, cinsel , sosyal ihmali bir diğerinde yorgunluk ve bıkkınlık yaratır. Kendini anlatmak için harcadığı çaba, eşi tarafından
anlaşılamazsa ve sorun hala aynı şekilde devam ederse, bir süre sonra bunun bir kişilik problemi olduğunu , o istemezse değişmeyeceğini anlarsa , ilişkiye olan inancını kaybeder. İlişkiden beklentileri kayboldukça geri çekilir.
3. Aile problemleri : Her ne kadar bir ilişki çiftin özgür iradesi ile başlar diyorsak da toplumumuzda aileler son derece etkin rol oynamaktadır. Ailelerin onaylamadığı bir evlilik , ilişkinin bundan sonraki süreçte devamlı sorun yaşayacağının işaretidir.
Çocuklarının birey olmasına müsaade etmeyen, eğer birey olurlarsa yalnız kalmaktan ve terk edilmekten korkan ebeveynler çocuklarının evlilik sürecini kabusa çevirebilirler. Sanki kendileri evleniyormuş gibi sürecin tamamında yer alırlar, her iki tarafa da söz hakkı tanımaz , sürekli eleştirir, memnuniyetsiz olurlar.
Ayrılık baskısını oluştururlarken sözde çocuklarının mutluluğunu düşünürler ancak tamamen kendi hırslarının ve beklentilerinin kurbanı olurlar. Sonuç; mahkeme salonlarında boşanan çiftler değil ailelerin kendisi olur.
Çiftler birbirlerine karşı yalan söylemeye başladığında aslında problemler çoktan birikmiş , duygusal sadakatsizlik çoktan başlamıştır. Sadece eşler değil eğer çocuklar varsa onlar da bu yaşananlardan ciddi zarar görüyorlardır.
Aldatan taraf için bu yükü taşımak zor geldiğinden genellikle en yakın arkadaşlarıyla paylaşmak isterler. Ancak bazen bu işleri daha da karmaşık bir hale getirebilir. Aldatan taraf bir süre sonra kendini yorgun hissedecek , ya iyice aileden kopacaktır ya da bazı şeyleri daha aleni yaşamaya başlayacaktır.
Aldatılan taraf içinse öfke, üzüntü, uykusuzluk, tedirginlik ve yoğun sıkıntı şeklinde depresyon belirtileri görülebilir. Yaşadığı derin acıyı bastırmaya çalışıp giderek içine kapanabileceği gibi, daha agresif, saldırgan, intikam alma duygusu ile sözlü veya fiziksel şiddete başvurabilir.
Bu dönmede asla çocuklar sürece dahil edilmemeli, yaşananlardan haberleri olmamalı, çocuklar bir silah olarak kullanılmamalıdır. Mutlaka bir çift terapistinden yardım alınmalı, hemen evliliği bitirmek yerine her iki taraf da hatalarından ders çıkarmalı ve “ bu bize ne öğretti ? “ sorusunu sormalıdır.
Her anne ve babanın hayalidir, çocuklarının bir gün yuvadan uçup, kendi yuvalarını kurması. Ayrı bir evi, ayrı bir hayatı olsun isterler . Ancak teorikte son derece masum olan bu istekleri aşağıdaki iki örnekte olduğu gibi pratikte tam bir kabusa dönüşebilir.
Balayından döndük, sabahın saat 7 sinde telefon çaldı, kayınvalidem eşimi arıyordu ve “oğlum en sevdiğin çorbayı yaptım, saat kaçta geleceksiniz “ diye soruyordu. Doktor hanım 5 aylık evliyiz, kayınvalidem kendisini bir gün görmesek kavga çıkarıyor. Kınada, nişanda, düğünde her şeyi sorun etti, eşim annesiyle benim aramda kaldı. En son annesi “ Oğlum sana kadın çok, ama anne yok “ dedi, bu söz evliliğimizi bitirdi. Artık ipler koptu boşanmak istiyorum.
Eşim sabah ben işe gider gitmez annesinde alıyor soluğu. Akşama kadar onunla oturuyor, kız kardeşleriyle çarşıya çıkıyor, çocuğa çoğu zaman kayınvalidem bakıyor. Her akşam iş çıkışı onları almaya gidiyorum, “ şimdi ev soğuktur, yemek de yok , annemlerde yiyelim “ diyor. Hafta sonları da annesi kardeşleriyle çocuğu özledik diyerek bize geliyor ve bizde kalıyorlar. Evimizde bir düzen kalmadı, ben de kendimi dışarıya atıyorum, boğuldum resmen onların bu vıcık vıcık ilişkisinden .
Daha çiftler birbirlerini tanımadan eşlerinin aileleri ile sorun yaşamaya başlıyorlar. Çoğu zaman çocuklarının evlenip ayrımlaşmasını kabul edemiyor aileleri . Hala yanlarında olsunlar, müdahale alanlarının dışına çıkmasınlar istiyorlar. Dolayısı ile yeni evli çiftler kendi ilişkilerinin sorumluluklarını taşıyamıyorlar.
Sorunlar en çok neden kaynaklanıyor?
Ailelerin damat veya gelini beğenmemesi
Kültürel yapı farklılıkları
Çiftin hayatına ve kararlarına sürekli karış¬maları
Aşırı koruyucu davranmaları
Her şeyi birlikte yapmak istemeleri
Çiftin evine teklifsizce girip çıkmaları
Çiftlerden birinin veya her ikisinin maddi olarak ailelerine bağımlı olmaları
Aynı evde oturuyor olmaları
4 yaşındaki kızını 11 aydır göremediğini söylüyordu bir danışanım. Boşanma sonrası hayatım cehenneme döndü, kızımın kokusuna hasret kaldım, onu bana karşı silah olarak kullanıyor annesi diyordu.
…
7 yıl önce evlendik, daha nişanlılık aşamasında sorunlarımız vardı, aileler bir türlü anlaşamadılar, evdi, eşyaydı, düğün hazırlığıydı derken her şey sorun oldu aramızda. Hep bir umudumuz vardı, evlenince yaşadığımız bu kabus bitecekti. Ama sandığımız gibi olmadı. Ailelerimiz eğer bir çocuk yaparsak evlilik problemlerimizin kaybolacağını, her şeyin düzeleceğini söylüyordu. Sonunda bir kızımız oldu, dünyanın en mutlu erkeği, en şanslı babasıydım. Ancak kabus yeni başlamıştı, bu sefer anneler çocuk bakma yarışına girdiler,kim daha fazla bakacak, çocuk kimi daha fazla sevecek yarışı başlamıştı.Artık ayrı odalarda yatıyor, tartışmamız küçücük bir şeyle başlıyor, ‘ senin annen , senin baban’ la kocaman olup bitiyordu.Aileler de büyük bir soğukkanlılıkla bu iş yürümüyor, gençler anlaşamıyor madem boşansınlar dedi. Eşim ve ailesi “ bu yaptığının cezasız mı kalacağını sanıyordun? “ diyerek çocuğumu alıp gittiler. Babası karakola kızımı dövüyor diye şikayet etmiş, evden uzaklaştırma cezası verdiler. İtiraz dilekçeleri, mahkemeler , davalar , iftiralar, avukatlar derken tam 11 aydır kızımın kokusuna hasretim. Onun babaya ihtiyacı yok, dedesi babalık yapıyor diyorlar. Maalesef ne avukat, ne mahkeme kızımı görebilmemi sağlayamadı. Ben şimdi kızımsız ne yapacağım doktor hanım?
Not: Danışan öyküleri etik ilkeler gereği değiştirilmiştir.