Yazar: prosman@gmail.com

  • Çağımızda Yeni Bir Kavram; “ Aile ve Evlilik Terapisi “

    “Evliliğimizde sorun var“, “Beni hiç anlamıyor ” “ Kendimi ona tam ifade edemiyorum” ” Önceden böyle değildi, eşim şimdi çok değişti. ” ” Hiç ilgi göstermiyor, hep beni suçluyor” ” Hayatında başkaları olduğunu düşünüyorum, buna dayanamıyorum “ “ Ayrılmak istiyorum, çocuklarım için katlanıyorum “ gibi cümlelerle gelirler çiftler terapi odasına…
    Bazen de asıl sorunu örterek; depresyon, psikosomatik şikayetler ( baş ağrısı, kalp çarpıntısı, baygınlık hissi , v.b.gibi) veya fobik reaksiyonlarla bize başvururlar. Çiftlerde ortaya çıkan bu gibi sorunlar, aslında problem diye görülmeye başladığı zamandan çok daha öncelerde başlamıştır. Fakat yaşam döngüsünün çeşitli devrelerinde (evlilik, çocukların doğumu, çocukların okulu, eşlerin iş-meslek rolleri, geleceği yapılandırma) çiftler belirli amaçlar üzerine odaklandıklarından ilişkinin yürümesini engelleyen “nedenleri ” görememişler ya da görse de farketmemeye, fark etse de bir süre sonra bunun değişeceğine kendini inandırmaya çalışmışlardır. Bir gün bu yaşam döngüsü içinde ani ve büyük değişimler, zorlanmalar ya da kayıplar yaşandığında , çiftler o ana kadar belki de hiç yapmadıkları, yada bazen düşündüğü hatta bazen deneyime geçirdiği “kendinin farkındalığı” üzerine yoğunlaşmaya başlamışlardır. Bir de eğer yaşanılan problemlerin temelinde cinsel işlev bozuklukları ( cinsel isteksizlik, vaginusmus, erken boşalma, orgazm olamama ) yatıyor ise ilişkide o ana kadar çıkıp da baş edilebilen sorunlar bir anda üstesinden gelinemez bir hal almaktadır.

    Çözüm noktasında ise eskiden aile büyükleri ya da dışarıdan kişiler devreye girerdi. Ancak geleneksel yaklaşımlar ve çözüm önerileri yetmemeye başladı çünkü zamanında ve doğru müdehaleler ile farkındalıklar kazandırılamaz ve çözümler işlevsel olmaz ise benzeri sorunlar yeniden görülmekte ve her seferinde daha büyük bir dalga halinde evlilik kurumunu tehlikeye düşürmektedir. Her ne kadar
    Türk toplumunun büyük kısmı “ Ben deli miyim? “ diyerek kaçsa da , gerçeklerle yüzleşmek istemeyerek sorumluluğu karşı tarafa atsa da , çiftler problemlerine objektif yaklaşabilecek , farklı bir bakış açısı getirebilecek profesyonel Aile ve Evlilik Terapistine ihtiyaç duymaktadırlar.

    En çok merak edilen sorular: Terapistler nasıl yaklaşıyor? Terapi odasında neler oluyor?

    Burada esas nokta çiftin terapi odasına getirdiği sorun, gerçekten sorun mudur? Sorun kime göre sorundur? İçsel çatışmaların bir ürünü müdür? Yoksa evlilik en baştan yanlış bir zeminde mi kurulmuştur? Bütün bunlara cevap alabilmek için ilk olarak aile genogramını çıkarıyor ardından da geçmiş yaşantıların öyküsünü alıyoruz. Evliliğin kuruluş aşamasındaki önemli kilometre taşlarını belirliyor ve bu güne kadar yaşanılan ilişki krizlerinin nasıl atlatıldığını yani çiftlerin kriz çözme becerilerini ölçüyoruz. Daha sonra çiftleri ayrı ayrı alarak ayna yöntemi ile karşı tarafı yargılamadan, suçlamadan sadece kendi dünyalarında neler olduğunu anlayabilmelerini sağlayacak içsel yolculuklarına eşlik ediyoruz. Böylece aslında karşılanmayan ihtiyaçlarının neler olduğunu, hangi yanlış düşünce , tutum ve davranış içinde olduklarını fark ediyorlar. Aynı dili konuşabilmek adına hem terapi odasında bilgilendirmeler yapıyor, hem de bilişsel değişikliklerine katkıda bulunacak uygun kaynaklar öneriyoruz. Sonra da çözüm yollarını birlikte irdeliyor, mutlaka ev ödevleri vererek terapi odasında gerçekleşen düşünsel değişimlerin davranışlara aktarılarak pekişmesine yardımcı oluyoruz. Bu bilişsel ve davranışçı terapi tekniklerinin yanı sıra çeşitli psikoterapi tekniklerini de altta yatan başka problemlerin tanımlanması ve çözümlenmesinde kullanıyoruz.

    Eşim katılmak istemiyor, mutlaka birlikte mi gelmeliyiz?
    Eğer terapi programına katılmaya eşlerden biri isteksiz ise, evlilik danışmanlığı diğer eşle yürütülebilir. Böylece bir eşle terapist arasında iletişim kanalları açık kalarak evlilik sorunlarının çözümü konusunda çifte müdahalede bulunma imkanımız olur. Ama araştırmalar göstermektedir ki, çiftin birlikte evlilik danışmanlığına devam etmesi, evlilik sorunlarının çözümünde, tek bir partnerin kişisel danışmasına göre daha etkilidir. Çünkü sadece evde gerçekleşen olayları dinlemenin yanı sıra seanslar sırasında çiftin iletişim ve etkileşimindeki bozuk yapıları gözlemleyebilmek ve bu bozukluklara yerinde müdahale edebilmek de terapinin başarısını arttıracaktır.

    Unutmayalım ki toplumsal mutluluğumuz, refahımız ve güvenliğimiz sağlıklı aile yapısı ile mümkündür. Sağlıklı çocuklar sağlıklı evliliklerde yetişir, sağlıklı evlilikler de sağlıklı bireylerden oluşur. Evliliğinizde yaşanılan problemler kangrene dönüşmeden önce fark edip, çözüm yollarını aramanız dileği ile…..

  • Bir Genç Suç makinası Haline Nasıl Gelir?

    Ülkemizde genç nüfusa sahip olmakla övünüyoruz. Bir ülke için genç nüfus demek; üretkenlik demek, ülke ekonomisi için heyecan demek, yeni projeler demek …
    Ancak hala gençlere yönelik sağlam politikalarımız maalesef ki yok , her şey ailelerin inisiyatifine bırakılmış durumda . Ailelerin sosyoekonomik seviyeleri düştükçe , çocukları ile yaşadıkları problemlerin seviyeleri de artıyor.
    Sonuç ortada ; artık gazetelerin 3. sayfalarından gençlerin şiddet ve suç haberleri hiç düşmemeye başladı.

    Hiç merak ediyor musunuz, bir genç nasıl bir suç makinesi haline gelebilir? İçinde bulundukları bu kara kuyuya nasıl düşerler?

    • Aile içinde yaşanılan problemler, şiddet içeren kavgalar, çocuklara yansır.
    • Çocuğun sevgi ve güvenden yoksun büyümesi , onun huzursuz olmasına, duygularının olgunlaşamamasına neden olur. Giderek dürtü kontrol bozukluğu dediğimiz ; dürtüsel davranışların artmasına , dikkat problemleri yaşmasına neden olur. Bu da çocuğun ebeveyni ile ilişkisinin daha da bozar.
    • Aile çocuğa karşı baskıcı yöntemler , ağır cezalar gibi etkin olmayan çözümler uyguladıkça, çocuğu bir kenara iter, ihmal ve istismar edilmeye başlanır.
    • Sonuç olarak çocuk, yaşadığı sıkıntıyı ve duygularını adlandırılamaz. Hissettiği sıkıntı ile başa çıkmayı, makul hedefler koymayı öğrenemez.
    • Okul öncesi yıllarda kötü deneyimler yaşayan çocukların ergenlik dönemine geldiklerinde eğitim hayatlarında zorluk çekmesi, akranlarına karşı agresif davranması , arkadaşlık ilişkilerini geliştirmekte zorluk çekmesi kaçınılmaz olur.
    • Yaşadığı okul başarısızlığı derslerine olan ilgisinin daha da kaybolmasına, sorumluluklarından kaçmasına neden olur. Önceki yılarda evde yaşanan çatışmalara bir de okul başarısızlığı gibi yeni bir sorun eklenir.
    • Aile çocuğun okul başarısızlığı ile nasıl başa çıkabileceğini bilemez, çocuktan beklentileri yükselir, giderek çocuğun okulla olan ilişkileri de bozulur. Bir süre sonra çocuk okul problemini dışlamaya ve ret etmeye başlar.
    • Çocuğun tepkisel davranışları okul yönetimi tarafından desteklenemez bir hale gelir ve giderek “ümitsiz vaka” olarak değerlendirmeye başlanır, çözümü aile okuldan beklerken , okul da aileden beklemektedir.
    • Ergenlik döneminde çocuk okuldan kaçmaya başlar. Artık ergenin hedefleri kaybolmuş, aileye ve toplumsal değerlere yabancılaşmıştır.

    • Okulda arkadaşları tarafından sevilmedikçe , ret edildikçe kendisine uygun arkadaşlar aramaya başlar. Çoğu zaman da yaşça kendinden büyük kişiler ile arkadaşlık eder.

    • Kurduğu arkadaşlıklar genelde kurallara uymayan , suça eğilimli gruplar olup, çeteleşme eğilimi yüksektir. Yaşı büyüdüğü ve çevresi geliştiği için, kendisi gibi ergenleri bulmakta zorlanmaz.

    • Giderek çocuk kavga olaylarının içinde bulur kendini, enerjisini boşaltacak , kendini ifade edecek bir mecra bulmuştur kendine. Artık alkol, esrar , extasy gibi bağımlılık yapıcı maddeler ile karşılaşması , ummadığı kişilerden fiziksel, cinsel, psikolojik şiddet görmeye başlaması an meselesidir …

    • Aile ise, artık ondan ümidi kesmiştir. Bir nevi teslim olmuşlardır. Onu izlemekten vazgeçer ve kendi haline bırakırlar. Bu da sorunun giderek çözümsüz hale gelmesine yol açar.

    • Okul başarısızlığı bir yandan, arkadaşları tarafından itilmek bir yandan, evde uğradığı fiziksel ve psikolojik şiddet bir yandan genci sıkıştırdıkça , bütün problemlerini ilk öğrendiği yöntem olan ŞİDDET ile çözmek isteyecek ve geri dönüşü çok zor olan yollara sapacaktır…

  • TOKSİK ANA BABALAR

    Hepimiz anne babalarımızın içimize ektikleri zihinsel ve duygusal tohumlarla büyüyoruz. Sağlıklı ailelerde bu tohumlar; sevgi, saygı, bağımsızlık ile ekilirken, ne yazık ki pek çok ailede korku, suçluluk, baskı ile ekiliyor.
    Bu tohumlar biz büyüdükçe filizleniyor, yetişkin olduğumuzda duygularımızı, davranışlarımızı, dolayısıyla başkaları ile olan ilişkilerimizi etkiliyor.

    Elbette ki mükemmel anne baba olmak imkansız. Birçok anne –babanın bazen öfkesini kontrol edemeyip bağırdığı, bazen aşırı kontrolcü ve müdahaleci davrandığı olmuştur. Ancak çocuklar için asıl önemli olan onların gözlerindeki samimiyet ve gerçek sevgi akışıdır. Çocuklar sevgi, saygı ve güven duydukları anne-babalarını yeri geldiğinde nasıl idare edeceklerini bilirler.
    Ancak bazı çocuklar vardır ki aynı şansa sahip değillerdir. Yıllarca baskı altında kalan, sözel, fiziksel ya da cinsel tacize uğrayan çocuklar, bir süre sonra filizlerinin kırılmasına engel olamazlar, sonunda duygularını toprağın altına yani bilinç altlarına gömmek zorunda kalırlar.

    Aile Terapisi alanında uzun yıllar çalışmış olan Suzan Forward , çocuklarının filizlerini kıran bu tür ebeveynlere Toksik Anne-Babalar diyor. Doğrusu bu benzetme benim de çok hoşuma gitti. Çünkü; bir çocuğun kişilik gelişiminin 7 yaşına kadar şekillendiğini düşünecek olursak, daha gelişim aşmasındaki çocukların tüm hücrelerinin birlikte yaşadıkları anne – babaları tarafından zehirlendiğini ve kişilik gelişimlerinin en temelden sarsıldığını görüyoruz.

    Hangi anne babalar bu toksik etkiyi bırakıyor?

    Yetersiz anne- babalar: Sürekli kendi problemlerine odaklanan, zayıf ve edilgen yapıları ile çocuklarını kendilerine bakmak zorunda bırakarak, birer küçük anne – babaya dönüştürenler

    Kontrolcü anne – babalar : Çocuklarının hayatlarına sürekli yardım bahanesi ile müdahale eden, suçluluk duygusu yaratarak çocuklarını manipülatif davranışlar ile yöneten, bireyselleşmelerine engel olanlar

    Sözel tacizci anne- babalar: Çocuklarını alaycı, iğneleyici ve küçümser yorumlar ile sözleriyle döven, sürekli aşağılayarak demoralize edip, özgüvenlerini çalanlar

    Fiziksel tacizci anne- babalar: Kendi davranışlarından sürekli çocuklarını sorumlu tutan, onları suçlayan , içlerindeki öfkeyle yüzleşmek yerine öfkelerini çocuklarından döverek çıkaranlar.

    Cinsel tacizci anne – babalar : Çocuklarının masumiyetlerinden yararlanarak, gizlice baştan çıkartan, cinsel istismarda bulunan ya da bulunulmasına müsaade eden , telafisi imkansız derin izler bırakanlar.

    Madde bağımlısı – alkolik anne babalar: Gerçeklerden kaçan, düzensiz ruh durumları ile boğuşup zayıf karakterde olan , bağımlılıkları nedeni ile anne- babalık görevlerini yerine getirmeyip, çocuklarının geleceğini karartanlar.

  • Geçmişin Kötü İzleri

    Günlük yaşamlarında pek çok kişi anne ve babalarının geçmişteki yıkıcı davranışlarının etkisi altında kaldıklarını hiç fark etmeden çeşitli sorunlarla boğuşuyorlar. Geçmişin bu kötü izleri bazen depresyon, panik atak gibi bireysel sorunlarla, bazen evliklerinde yaşadıkları ilişkisel sorunlarla, bazense iş ve meslek hayatlarındaki sorunlarla karşılarına çıkıyor.

    Örneğin,
    Bir şirkette yönetici olan 42 yaşındaki danışanım, 10 yıllık eşi ile ayrılığın aşamasına geldiklerini ve eşinin evi terk ettiğini söyledi. Eşi kocasının bir türlü kontrol edemediği öfkesi ve şiddet davranışları yüzünden profesyonel bir yardım alana kadar eve dönmeyeceğini söylemişti.
    Aslında ani öfke patlamalarının, kırıcı ve aşağılayıcı konuşmalarının farkındaydı ama yine de eşi tarafından bir gün terk edileceğini hiç düşünmemişti.

    Aile öyküsünü almaya başladığımda, başlarda ne kadar iyi ve fedakar anne ve babaya sahip olduğunu, onların hakkını asla ödeyemeyeceğini söylüyordu. Ancak öyküyü derinleştirdikçe, sinirlenip sesi titremeye başladı ve babasının küçükken onu nasıl aşağılayıp “ sen beş para etmeyen bir çocuksun, ileride bir baltaya sap bile olamazsın “ dediğini hatırladı.

    “ Babamın işi yoğun ve stresliydi, sürekli eve gergin gelir, tam olarak nedenini bilmediğimiz sebeplerden olay çıkarırdı, onu anlamadığımızı söyleyerek beni ve kardeşimi kemerle döverdi. Çok korkardım, bazen gardırobun içine saklanırdım beni bulamasın diye, beni kurtarmaya annemin bile gücü yetmezdi.”
    Annem sürekli ağlardı, “ gidelim bu evden “ dediğimde “ nereye gideriz, iki çocukla sokakta mı kalalım, baban aslında iyi biri “ der ve onu idare etmemiz konusunda sürekli bizi tembihlerdi.

    Babam ertesi gün elinde büyük oyuncaklarla eve gelir, bizi yemeğe götürür, sanki özür diler gibi iyi davranırdı. En çok da derslerime yardım eder, başarılı olmam için saatlerce öğüt verirdi. Belki de onun sayesinde okudum, şimdi yöneticiyim.

    Seanslar sırasında içinde duyduğu derin acı ve öfkenin asıl kaynağını fark etmişti. Yıllarca babasına duyduğu nefreti ve öfkeyi geliştirdiği çeşitli savunma mekanizmaları ile bastırmıştı. Ama ne zaman kendisi de bir strese girse bilinçaltı öfkesi devreye giriyor ve en yakınındakine yani karısına patlıyordu.

    İçindeki yara almış çocukla yüzleşmesini ve o çocuğu iyileştirmesi üzerine çalışmaya başladık. Bir süre sonra tıpkı diğer danışanlarım gibi, geçmişin izlerinden bahar temizliği yapar gibi kurtulmuştu.

    Anne ve babası tarafından çocukluk yılları sanki bir kimyasal maddenin toksik etkisi altında zehirlenmiş gibi geçen danışanlarımızın, yaşadıklarını yok saymalarını ya da unutmalarını elbette ki beklemeyiz. Ancak seansların sonunda çok iyi bilirler ki, çocukluklarında başlarından geçenlerden kendileri sorumlu değillerdir. Artık gelecekleri için yeni bir seçim yapabilirler ve bu yeni seçimin her adımından da kendileri sorumludurlar.

    Not: Gerçek danışan öyküleri etik ilkeler gereği değiştirilmiştir.

  • Okullarda yaşanan şiddet nasıl önlenir?

    Okullarda yaşanan şiddet ; gençlerin gelişimsel ihtiyaçlarının anlaşılıp, karşılanması ile önlenebilir.

    13 yaşındaki bir genç okulda , arkadaşı kendisine “salak “ dediği için yumrukla vurmuş , gözünü morartmış, kaşının açılmasına sebep olmuştu. Disipline gideceğini öğrenince

    “ Vallahi kötü niyetim yoktu, ben babama çekmişim, o da böyle hızla parlar, kızdığında gözü hiçbir şey görmez, sinirlenince vurur ama sonra pişman olur, ne olur beni disipline göndermeyin …” diyerek ağlamaya başlamıştı.

    Şiddet eğilimi olan çocukların evlerinde de şiddet gördükleri , yaşamlarının bir parçası haline geldiği aşikar. Bu davranışlarının altında kişilik yapılanmalarının sağlıklı gelişmememsi yatmaktadır.

    Bir çocuğun kişilik gelişiminde aile bireylerinin tutum ve davranışları önemli olduğu kadar , ekonomik, kültürel ve sosyal yapı içinde yaşadıkları olaylar da son derece belirleyicidir.

    Eğer gençlerin şiddet eğilimini önlemek istiyorsak, onların gelişimsel ihtiyaçlarını anlamalı ve bu ihtiyaçlarını karşılayacak projeler üretmeliyiz.

    Önerilerim:

    • Gençlerin okul başarısı sadece matematik, fizik , kimya gibi derslerden aldığı notların başarısı ile ölçülmemelidir.

    • Yaşamları boyunca SBS, YGS LGS, DGS, KPSS, ÜDS, TUS, DUS, gibi sınavların peşinde koşarken düşünsel, duygusal, sosyal gelişimleri ihmal edilmemelidir.

    • Eğitim müfredatı oluşturulurken saygı, sevgi, yardımlaşma gibi erdemlerin kazandırılması, sevginin herkes için en büyük güç olduğu bilincinin oluşturulması gibi insani ve ortak değerlerin öğretilmesi hedeflenmelidir.

    • Okullarda bulunan Psikolojik Danışmanların mevcuda göre sayıları arttırılmalı, rehberlik servisinin yanında Aile Danışma Ünitelerinin de hizmet vermesi sağlanmalıdır.

    • Oluşturulan Aile Danışma Üniteleri, problemli çocukların aileleri ile sürekli iletişim içinde olmalı , yaşanan tüm olaylar kayıt altına alınmalıdır.

    • Velilere; duygu yönetimi, problem çözme becerileri, çocukların fiziksel ve psikolojik gelişim evreleri, toplumsal uzlaşma ve bütünselleşme , sağlıklı iletişim konularında eğitim programları düzenlemeli, gerekirse psikolojik veya psikiyatrik destek almaları için yönlendirmelidir.

    • Oluşturulan Aile Danışma Üniteleri her bölgede bir üst merkeze bağlı olmalı, her ay koordinasyon toplantıları yapılmalıdır. Böylece çocuğun ruh ve beden sağlığı, aile bütünlüğü içinde takip edilerek, sağlıklı bireyin, sağlıklı aile ile mümkün olacağı anlatılmalıdır.

    • Sosyoekonomik düzeyi düşük bölgelerde yaşayan gençlerin barınma, beslenme, giyinme gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasında sosyal hizmetler boyutu devreye girmelidir.

    • Belediyeler tarafından özellikle dezavantajlı bölgelerde ücretsiz spor yapabilecekleri alanlar sağlanmalı, gençler yeteneklerine göre çeşitli spor dallarında eğitimler alabilmelidir.

    • Gençlerin okuma alışkanlıklarını arttırmak, öğrenmeyi zevkli hale getirmek için çeşitli konularda ödüllü münazara yarışmaları, bilgi yarışmaları düzenlenmelidir.

    • Resim, müzik, fotoğraf gibi sanatsal faaliyetlerde bulunabilmeleri için okullarda sanat atölyeleri açılmalıdır .

    • Okullar arası düzenlenen müzik yarışmalarında , yetenekli çocuklar keşfedilip, güzel sanatlar lisesinde veya konservatuarlarda okuyabilmeleri için imkanlar sağlanmalıdır.

    • En önemlisi kamuoyunda duyarlılık sağlanmalı, şiddet içeren dizi, film ve diğer programların sayıları azaltılmalı, cinayet sahnelerinin açık bir şekilde yayınlanması engellenmelidir.

    • Dizilerde gördükleri kavga ve şiddet içeren sahneler, her delikanlının cebinde silah taşıması gerekiyormuş imajı yarattığı gibi, gençlerin güç ve kuvvete özenmesini sağlamakta, zihinlerde bir insanı öldürmenin ne kadar kolay olduğu imajı da yaratmaktadır.

    • Delici, kesici ve ateşli silahlara erişim bu kadar kolay olmamalı, sivil silahsızlanma için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

  • Çalınan Çocukluğum…

    Yedi yıllık evliyim, iki çocuğum var. Evliliğin yükü giderek tahammülümü azalttı. Evde her şeye çok bağırıyorum, eşimin en ufak isteklerine büyük tepkiler gösteriyorum. 3 yaşındaki oğlum hiç söz dinlemiyor, dayak atmak zorunda kalıyorum. Sonra da oturup ben ağlıyorum. Eşimle boşanmanın eşiğindeyiz. Galiba ben bu kötü hayatı hak ediyorum. Eşimin de çocuklarımın da hayatını mahvediyorum.
    Yaşamının en değerli varlıklarına bile sevgisini ve şefkatini ifade edemeyen bu danışanım, aslında bilinçaltına bastırdığı geçmişinin kötü izlerinin bir yansımasını yaşıyordu. Buz dağının altındakileri görebilmesi zaman alacaktı, ancak kendini geçmişinden özgürleştirebilmesi için bu farkındalığa ihtiyacı vardı;
    – Biz altı kardeşiz, ben en büyükleriyim, annem kendimi bildim bileli hastadır. Sürekli doktora giderdi. Ama ne ilaçlarını dosdoğru kullanırdı, ne de doktorun söylediklerini yapardı. Sanki hasta olmak hoşuna gidiyordu.
    – Sabahları kahvaltıyı hazırlayan , kardeşlerimi giydirip okula gönderen hep ben oldum. Annem bulaşıkları yıkamadan okula gitmeme izin vermezdi, o zamanlar bulaşık makinası da yoktu tabi. Elinden sigarası hiç düşmezdi, televizyonun karşısındaki sedirde oturur, bana emirler yağdırırdı; “ görmüyor musun dizim ağrıyor, kahrolası baban altı çocuğu attı gitti başıma, ömrümü tükettiniz, kazık kadar kız oldun , topla şu ortalığı “ diye bağırırdı. Kazık kadar kız dediği, daha 10 yaşındaydım. Anneme cevap vermeye ödüm kopardı, zaten sesim çıksa annem akşam babama şikayet ederdi.
    – Babam işten erken çıksa bile eve gelmez akşama kadar kahvede otururdu. Eve çoğunlukla sinirli gelir, “ annen ve kardeşlerin sana emanet demedim mi, nedir bu evin hali? Neden kardeşlerin yemeklerini yemedi? diye bağırır , tokadı basardı.
    – En büyük hayalim, büyüyünce hemşire olmaktı. Evde anneme baktığım gibi hastalara da bakacaktım, kendi evim ve çocuklarım olacak onlara hiç iş yaptırmayacaktım. Çok çalıştım, hemşire oldum. Artık bir işim, bir evim, eşim, çocuklarım var. Ama nedense bu içimdeki öfke dinmiyor, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum.
    – Biliyor musunuz , ayrı şehirlerde yaşamamıza rağmen hala annemlerin her türlü problemi ile ben ilgileniyorum. Kardeşlerim buhar olup uçtu sanki…
    Dikkat!
    Evde anne babası tarafından çocukluk ihtiyaçları yıllarca görmezden gelinen bu danışanım gibi çocukluğu çalınmış olanlar,
    • Yalnızlık ve yoksunluk duyguları ile mücadele etmek zorunda kalırlar.
    • Kendi ihtiyaçlarını yok saymayı öğrenirler.
    • Küçükken örnek alabilecekleri bir ebeveynleri olmadığı için kendilerini kaybolmuş hissederler
    • Geçmişte duygusal olarak beslenemedikleri için, duygularını kapatırlar, sevgilerini gösteremezler.
    • Başaramadıkları her şey için kendilerini suçlarlar ve cezalandırırılar.
    • Gereğinden fazla sorumluluk yüklenirler
    • Hayat enerjileri azalır ve depresyona girerler
    Not:danışan öyküleri etik ilkeler gereği değiştirilmiştir.

  • Aile Yapınız Sağlıklı mı?

    Çiftlerin gerek evlilik öncesi, gerekse evlilik sonrası yaşadıkları problemleri göz önüne aldığımızda aslında bir çok sorunun sağlıklı bir iletişim ile çözümlenebildiğini görüyoruz. Her ne kadar çiftlerin terapiye başvurduklarında sorunlarının çözülebileceğine olan inançları düşük olsa da seansların sonunda “ Keşke daha önce gelseydik” veya “ keşke sorunumuzun gerçek kaynağını daha önce fark edebilseydik ” dediklerini çok duyuyoruz.

    Aslında kadın – erkek , karı- koca ya da anne baba rolünü herkes kendi anne babasından öğreniyor. Yani kendi aile modeli ne ise, sağlıklı olanın o olduğunu düşünüyor. Örneğin, eşiyle çocuklar yüzünden tartışan bir babanın her tartışmadan sonra eşini dövdüğünü gören çocuk normal olanın o olduğunu zannediyor. Problem böyle çözülür sanıyor. Sağlıklı aile yapısı nasıldır onu bilmiyor.
    Gelin birlikte aile yapınızın sağlıklı olup olmadığına bakalım; eğer bu şıklardan bazılarına olumsuz yanıt veriyorsanız, mutlaka en yakın zamanda bunları fark etmeli ve değiştirmelisiniz.

    Aile Yapınız Sağlıklı mı?
    • Düşünce ve duygularınızı özgürce paylaşabiliyor musunuz?
    • Düşünce ve duygularınızın aile bireyleri tarafından anlaşıldığına inanıyor musunuz?
    • Aile içinde bireysel farklılıklarınızı kabul ediyor, saygı duyuyor musunuz?
    • Birbirinizle ilgileniyor, sevginizi gösteriyor musunuz?
    • Bütün aileyi ilgilendiren konularda iş birliği yapıyor, sorumlulukları paylaşıyor musunuz?
    • Günlük yaşantınızda birbirinizle şakalaşıyor, espri yapabiliyor musunuz?
    • Aile içinde bir sorun yaşadığınızda kişileri değil de yaşanılan problemi merkezi alarak, suçlamak yerine çözüme odaklanıyor musunuz?
    • İçinde yaşadığınız toplumsal değerlere saygı duyuyor, ortak aile değerlerinizi oluşturuyor musunuz?
    • Birbirinizi takdir ediyor , günde en az üç defa olumlu cümleler kuruyor musunuz?
    • Yaşadığınız iyi veya kötü olayları birbirinizle paylaşıyor, korkmadan , çekinmeden anlatabiliyor musunuz?
    • Birbirinizi dinliyor ve yaşanan problemlerden birbirinizi suçlamadan çözümler üretebiliyor musunuz?
    • Haftanın bir günü bile olsa, düzenli bir şekilde bütün aile bireyleri ortak vakit geçiriyor musunuz?

  • SEVGİ DİLİNİZİ BİLİYOR MUSUNUZ?

    • “Bir kez olsun bana çiçek getirmedi, küçücük bir hediye almadı, beni sevdiğini görmek istiyorum”

    • “ Bir fincan kahve yapsa, sabahları ben uyanmadan kahvaltı hazırlasa, evdeki küçük tamirleri ben söylemeden yapsa, ne olur? Beni sevdiğini davranışlarıyla göstermesini istiyorum”

    • “ Eve gelince bana sarılmaz, saçımı okşamaz, cinsel birliktelik haricinde bana dokunmaz. Beni sevdiğini, küçük dokunuşlarla hissettirsin istiyorum”

    • “ Ne yapsam beğenmiyor, başkalarının yanında sürekli eleştiriyor, küçük düşürüyor. Ne var sanki biraz da takdir etse? Seni seviyorum, demek bu kadar zor mu? Beni sevdiğini duymak istiyorum”

    • “ Evde sürekli iş yapıyor, temizliği, bulaşığı hiç bitmiyor, birlikte vakit geçirmek, sohbet etmek, gülmek istiyorum. Beni sevdiğini birlikte yaşayarak hissetmek istiyorum”

    Bütün bu serzenişler, sevgililerin SEVGİ DİLLERİ’nin farklılığından kaynaklanıyor. Oysa ki ömür boyu mutlu bir beraberliğin ve sevginin hep canlı kalabilmesinin sırrı sevgi dillerinin keşfedilmesinde.

    Çoğu ilişki “aşk “ la başlar. Ama maalesef sürdürmek için aşk yetmez. Aşık olmak; “çiftleşme davranışının genetik olarak belirlenmiş içgüdüsel bir ögesi” olarak tanımlanıyor;

    Aşık olmak iradi bir fiil yada bilinçli bir seçim değildir,
    Aşık olma hali çaba göstermeden yaşandığı için gerçek sevgiyi tam olarak yansıtmaz.
    Aşık olan kişinin diğer kişinin gelişimine yardımcı olmada gerçek anlamda desteği yoktur.

    Oysa ki sevgi irade ile , emekle gelişir, bu yüzden “aşk” tutkusu bitip gerçek dünyaya dönüldükten sonra bile sevme kapasitesi hep kalır. Bu nedenle hem kendinizin hem de sevgilinizin sevgi dilini keşfetmelisiniz.

  • İlişkiyi Terörist Yapan Bir Duygu: Kıskançlık

    Kıskançlık, Shakspeare ‘in deyişi ile “ yeşil gözlü canavar “ … Bir çok çiftin yakından tanıdığı bir duygu. Aşkın karanlık bir yönü mü? Yoksa ilişkiye değer verdiğini göstermenin bir yolu mu? Bazen günlük yaşamın bir cilvesi olarak gelip geçici biçimde yaşanırken, bazen de yaşamı alt üst edecek biçime dönüşebilen, ,kıskananı da kıskanılanı da yıpratan kötü bir süreç …
    Değer verdiğimiz bir ilişkiye yönelik herhangi bir tehdide karşı sergilenen tepki aslında kıskançlık. Nedenlerine yönelik çeşitli yaklaşımlar var elbette;

    Evrim teorisine göre kıskançlık: Döllenmenin kadın vücudunun içinde gerçekleşmesinden dolayı annenin çocuğun kendisinden olduğundan emin olmasına rağmen babanın bundan hiçbir zaman yüzde yüz emin olamamasından kaynaklanır. Kadının onu cinsel anlamda aldatması, erkeğin ilerde çocuğun sorumluluğunu üstlenirken soyunu devam ettirememesi anlamına gelir. Kadın için ise, yavrusunu birlikte ve güvenle büyütebilmesi için erkeğini öteki kadına kaptırmadan eşinin olanaklarına ve desteğine ihtiyaç duymasından kaynaklanan kıskançlık yaşanır.

    Gelişimsel olarak kıskançlık : Bebekler 6-7 aylıktan itibaren kimin onların bakımıyla ilgilendiğini, kimin stres sinyallerine karşı daha duyarlı ,daha çabuk ve ilgili cevap verdiğini fark ederler. Tekrarlanan bu tip etkileşimler ile içsel modeller oluşturur ve her yeni ilişkide bu modeller tekrar etkinleşir. Üç yaşa kadarki bu dönemde çocuğun ilişkiyi herhangi bir sebeple kaybetme duygusu onun güvenli bağlanmasını engeller ve ilişkiyi kaybetme korkusuna karşı bir savunma mekanizması olarak kıskançlık duygusunu geliştirebilir.
    Sosyo-kültürel yaklaşıma göre ise kıskançlık: Çocuk büyürken , içinde bulunduğu toplumun yarattığı ilişki kurallarına göre kıskanmayı öğrenir. Kendi anne ve babasının ilişkisi o kişinin karşı cinsle etkileşiminde bir model olacaktır. Onların sevgi, saygı, sadakat, kıskançlık tanımlarını öğrenen çocuk, büyüdüğünde kendi ilişkisinde bu tanımlara uygun davranacaktır. Yine sosyal kurallar çerçevesinde cinsiyet farklılıkları da kadın ve erkek için kıskançlık yaratan durumları ve uygun tepkileri tanımlayarak modellemesini sağlayacaktır.

    Kişilik özelliğine bakıldığında özgüven eksikliği ve yetersizlik duygularını yoğun yaşayan kişilerin kıskançlık duygusunu da yoğun yaşadığı gözlenmiştir. ‘ Sana güvenmiyorum’ demek ile ‘Kendimi güvenilmeye layık görmüyorum’ demek temelde aynı olduğu için sahip oldukları sevgiye kendilerini layık görmek yerine karşısındakinin sadakatinden şüphe duyarlar. İlişkilerini dışarıdan gelecek potansiyel tehditlere karşı daha savunmasız hissederler. Bu nedenle yaşadığı kaygı aşırı kıskançlığa dönüşür ve eşini devamlı kontrol etme, takip etme, onun yaşantısını sınırlama ve üzerinde bir baskı oluşturarak onu kaybetmeyeceğini düşünürler. Oysa bu tarz tutum ve davranışlar eşi kendinden daha da uzaklaştıran, ilişkiyi beslemek yerine “kaygıyı besleyen , ilişkiyi terörist yapan” bir süreç haline gelir.

    Zarar verici kıskançlığın önüne nasıl geçilebilir?

    • Çözüm adına atılabilecek en büyük adım, imalı sözlerden, üstü kapalı eleştirilerden , tehditlerden , küskünlüklerden ve kaba kuvvetten vazgeçip, karşılıklı güven için çiftlerin iletişimlerini açık tutabilmelerinin ve konuşabilmelerinin sağlanmasıdır.
    • Kişinin kıskançlık duygularının altında yatan temel duygu ve düşüncelerine ulaşabilmek gerekir. İçinde taşıdığı geçmiş yaşantıların yaralarını fark etmesi ve tanımasına yardımcı olmak gerekir.

    • Kıskançlık hissettiği anlardaki düşüncelerini incelemesi ve kıskançlıktan önce gelen duyguları fark etmesi istenir. Bu duygu ve düşüncelerin farkına varmak, onları ayrı ayrı ele almaya ve rasyonel (mantıklı) olup olmadıklarına daha tarafsız bakmaya olanak tanıyacaktır.

    • Kişiye sevilmeye değer bir insan olduğu vurgulanmalı, kendi değersizlik hislerinin altında yatan nedenler araştırılmalıdır. Bu noktada önemli olan, hem kişinin geçmişten getirdiği olumsuz algı ve ihtiyaçları belirlemek, hem de bu olumsuz duygularla baş etmesi için daha sağlıklı yollar bulmasına yardım etmektir.

  • Bağlanma Korkusu II

    Evliliklerinin 12. yılında terapiye başvuran bir çift, son 3 yıldır çok kavga ettiklerini, ilişkilerinin düzelebileceğine dair umutlarını yitirdiklerini, son çare avukattan önce terapiste geldiklerini söylemişlerdi. Erkeğe göre eşi çok kıskanç, dayanılmaz derecede sorgulayan, bulduğu her açıkta olay çıkaran, çok söylenen, yıpratıcı bir kadındı. Kadına göre ise eşi; sorumsuz, evin bütün yükünü kadına yıkan, kendi başına planlar yapıp, sadece eğlenceye para harcayan, güvenilmez bir adamdı.

    Bireysel ve evlilik öykülerini aldığımızda; Erkeğin evliliğin gündelik sorumluklarını almak istememesinin nedeni ebedi çocuk, genç kalmak istemesi olduğu anlaşılıyordu. Çünkü eğer “ eş” ya da” baba “ kimliklerini üstlenirse içinde dayanılmaz bir öfke ve sıkıntı oluşuyordu. Öfkelenmemek için her türlü sorumluktan kaçıyor; kaçamadığı zaman da zarar vererek patlıyordu. Karısına duyduğu öfkeyi onu sosyal ortamlarda yalnız bırakarak, pasif şekilde ifade ediyordu. Karısı bu izolasyon duygusunu reddedilmişlik olarak algılıyor ve eşini sert bir dille eleştiriyordu. Bu sözel saldırıya karşı adam atağa geçiyor ve bazen fiziksel şiddet uyguluyor bazen de evi terk etmekle tehdit ediyordu.

    Erkek Kaçınan bir bağlanma stiline sahip yani bağlanmaktan korkuyordu.Kadın ise doğduğu andan itibaren aileyi birleştiren bir arada tutan bir görev üstlenmişti. Annesi, babası, ablası hep ona güvenmiş, ailenin bütün sorunlarını yüklenen ve çözen bir kadın olup çıkmıştı. Hayırlı evlat, hayırlı anne olma yükü, kendi ihtiyaçlarını hep ikinci plana atmasına ve içinde biriktirdiği sıkıntıları paylaşamamasına sebep oluyordu. Kendini kurban rolüne koymuştu ve hep “muhtaç olunan” kişiydi. Sonuçta evlenince de eşine ; ailesine yaptığı gibi annelik yapıyordu ve koşulsuz destek sağlayarak bir gün eşinin de onun ihtiyaçlarını fark edip, gidereceğini düşünüyordu. Her ne kadar şikayet etse de parayı, güç ve kontrolü elinde tutuyordu ve eşim bensiz yapamaz diyordu.
    Kadın Kaygılı Bağlanma stiline sahipti. Kendine olan güvensizliğini eşine dayandırıyor ve çaresiz, kurban rolünü sürdürüyordu.

    Bu çiftin terapilerinin en önemli aşaması kendilerini ve geçmiş bağlanma stillerinin evliliklerini nasıl olumsuz etkilediğini keşfetmeleriydi. Bundan sonraki adım ise artık keşfedilenleri kabul etmek ve sağlıklı bağlanma stiline doğru geçiş yapmaya çalışmak…
    Ülkemizde yapılan bir araştırmada ; toplumun yaklaşık %38 i Güvenli, %48,5 kaygılı , %13,5 ise kaçınan, güvensiz bağlanma stiline sahip olduğu tespit edilmiş.
    Aynı araştırmada; her iki bireyin de kaçınan, güvensiz bağlanma stiline sahip olduğu evliliklerin sık görüldüğünü göstermekte. Ancak bu durum çiftleri mutsuz etse de , evlilikleri kötü bile gitse ; boşanmak yerine, evliliği sürdürdükleri anlamını taşımakta.

    Evlilik uyumu ve doyumu açısından bakıldığında; her iki çiftin de Güvenli Bağlanma stiline sahip olduğu evliliklerin daha uyumlu ve doyumlu yaşanma ihtimali çok yüksek.
    Kadının Güvenli bağlanma stiline sahip olduğu, erkeğin ise Kaygılı bağlanma stiline sahip olduğu evliliklerde ise anlaşma daha iyi , toplumsal dengeler açısından her ne kadar sıkıntı yaşansa da sürdürülebilir bir evlilik yapısı vardır.

    Erkeğin Güvenli, kadının ise Kaygılı bağlanma stiline sahip olması, aşırı güvensizlik ve kıskançlıkları evliliğin kalitesini düşürmekte , kavgaların sık yaşanmasına sebep olmaktadır.