Etiket: adana bireysel terapi

  • Kanser hastalarının ilk psikolojik tepkileri nelerdir ve nasıl davranılmalıdır?

    1.Aşama Şok hali : birkaç saatten , birkaç haftaya kadar uzanan söyleneni işitmeme, hastalığa inanmama , gerçeği kavramada güçlük gibi şok hali yaşar hastalar. Panik ve çaresizlik içinde hastalığı inkar etme eğilimine girerler.

    2. Aşama Duygusal Tepki : Hasta zamanla gerçeği kabullenmeye başlar, ancak hastalığın başına getirebileceklerinden dolayı korkar ve aşırı kaygı duyar. Dikkat dağınıklığı, ağlama, huzursuzluk, iştahsızlık yaşar. “ Neden ben ? “ diye sorar ve önce kendini suçlar. Eğer hastalar kızgınlık ve isyan duygularını yeterince ifade edemezlerse depresyona girerler. Mutlaka profesyonel destek alınmalıdır.

    3. Aşama Uyum süreci: Artık hasta kabulleniş sürecine girer, tüm enerjisini ve ruhsal gücünü iyileşmeye adamak ister. Hastalığı ile birlikte yaşamayı öğrenmeye başlar.
    Hasta kimliğini, yaşam sürecini ve amacını yeniden gözden geçirir ve sorgular. Çevresindeki herkesten güven ve destek ister.

  • Stresin neden olduğu ruhsal hastalıklar

    1.Somatizasyon bozukluğu; Tıbbi bir rahatsızlık olmaksızın vücudun çeşitli bölgelerinde ağrılar,bulantı,kusma,geğirme,el ayakta uyuşma,ses kısılması, adet düzensizliği gibi şikayetlerin görülmesi.

    2.Kaygı bozukluğu; Sürekli endişe içinde, her an kötü bir şey olacak korkusu yaşanır. Huzursuzluk, aşırı heyecan duyma, dikkatini verememe,uyku bozukluğunun yanı sıra nefes daralması, aşırı terleme, çarpıntı, titreme, baş ağrısı ve bulantı görülür.

    3.Depresyon: Enerji azlığı , hayattan zevk alamama, içe kapanma, iştah ve uykuda azalma karamsarlık, ümitsizlik, kendine güvenin azalması, değersizlik düşünceleri ile seyreder.

    4.Panik atak; Kendiliğinden ve ani bir şekilde başlayan ;çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, göğüste sıkıntı hissi, bulantı veya karın ağrısı,çıldıracakları veya bayılacakları korkusuna da kapılırlar.

    5. Sosyal fobi: Başkaları tarafından olumsuz değerlendirileceği kaygıları ile kendisini gözlemeye ve değerlendirmeye odaklanarak, tehlikeli ortamlar olarak düşündüğü ortamlardan kaçınırlar.

    6.Uyku bozuklukları: Stres, aşırı uyarılmışlık hali yaratarak uykuya dalmakta ve uykunun devamlılığında sorunlara neden olur, uyku kalitesini bozulur.

    7.Alkol bağımlılığı; Aşırı stres, bunaltı ya da karamsarlık yaşayanlar bazen alkolü yatıştırıcı, rahatlatıcı olarak “ilaç niyetine” kullanmaktadırlar.

  • İlişkiyi Terörist Yapan Bir Duygu: Kıskançlık

    Kıskançlık, Shakspeare ‘in deyişi ile “ yeşil gözlü canavar “ … Bir çok çiftin yakından tanıdığı bir duygu. Aşkın karanlık bir yönü mü? Yoksa ilişkiye değer verdiğini göstermenin bir yolu mu? Bazen günlük yaşamın bir cilvesi olarak gelip geçici biçimde yaşanırken, bazen de yaşamı alt üst edecek biçime dönüşebilen, ,kıskananı da kıskanılanı da yıpratan kötü bir süreç …
    Değer verdiğimiz bir ilişkiye yönelik herhangi bir tehdide karşı sergilenen tepki aslında kıskançlık. Nedenlerine yönelik çeşitli yaklaşımlar var elbette;

    Evrim teorisine göre kıskançlık: Döllenmenin kadın vücudunun içinde gerçekleşmesinden dolayı annenin çocuğun kendisinden olduğundan emin olmasına rağmen babanın bundan hiçbir zaman yüzde yüz emin olamamasından kaynaklanır. Kadının onu cinsel anlamda aldatması, erkeğin ilerde çocuğun sorumluluğunu üstlenirken soyunu devam ettirememesi anlamına gelir. Kadın için ise, yavrusunu birlikte ve güvenle büyütebilmesi için erkeğini öteki kadına kaptırmadan eşinin olanaklarına ve desteğine ihtiyaç duymasından kaynaklanan kıskançlık yaşanır.

    Gelişimsel olarak kıskançlık : Bebekler 6-7 aylıktan itibaren kimin onların bakımıyla ilgilendiğini, kimin stres sinyallerine karşı daha duyarlı ,daha çabuk ve ilgili cevap verdiğini fark ederler. Tekrarlanan bu tip etkileşimler ile içsel modeller oluşturur ve her yeni ilişkide bu modeller tekrar etkinleşir. Üç yaşa kadarki bu dönemde çocuğun ilişkiyi herhangi bir sebeple kaybetme duygusu onun güvenli bağlanmasını engeller ve ilişkiyi kaybetme korkusuna karşı bir savunma mekanizması olarak kıskançlık duygusunu geliştirebilir.
    Sosyo-kültürel yaklaşıma göre ise kıskançlık: Çocuk büyürken , içinde bulunduğu toplumun yarattığı ilişki kurallarına göre kıskanmayı öğrenir. Kendi anne ve babasının ilişkisi o kişinin karşı cinsle etkileşiminde bir model olacaktır. Onların sevgi, saygı, sadakat, kıskançlık tanımlarını öğrenen çocuk, büyüdüğünde kendi ilişkisinde bu tanımlara uygun davranacaktır. Yine sosyal kurallar çerçevesinde cinsiyet farklılıkları da kadın ve erkek için kıskançlık yaratan durumları ve uygun tepkileri tanımlayarak modellemesini sağlayacaktır.

    Kişilik özelliğine bakıldığında özgüven eksikliği ve yetersizlik duygularını yoğun yaşayan kişilerin kıskançlık duygusunu da yoğun yaşadığı gözlenmiştir. ‘ Sana güvenmiyorum’ demek ile ‘Kendimi güvenilmeye layık görmüyorum’ demek temelde aynı olduğu için sahip oldukları sevgiye kendilerini layık görmek yerine karşısındakinin sadakatinden şüphe duyarlar. İlişkilerini dışarıdan gelecek potansiyel tehditlere karşı daha savunmasız hissederler. Bu nedenle yaşadığı kaygı aşırı kıskançlığa dönüşür ve eşini devamlı kontrol etme, takip etme, onun yaşantısını sınırlama ve üzerinde bir baskı oluşturarak onu kaybetmeyeceğini düşünürler. Oysa bu tarz tutum ve davranışlar eşi kendinden daha da uzaklaştıran, ilişkiyi beslemek yerine “kaygıyı besleyen , ilişkiyi terörist yapan” bir süreç haline gelir.

    Zarar verici kıskançlığın önüne nasıl geçilebilir?

    • Çözüm adına atılabilecek en büyük adım, imalı sözlerden, üstü kapalı eleştirilerden , tehditlerden , küskünlüklerden ve kaba kuvvetten vazgeçip, karşılıklı güven için çiftlerin iletişimlerini açık tutabilmelerinin ve konuşabilmelerinin sağlanmasıdır.
    • Kişinin kıskançlık duygularının altında yatan temel duygu ve düşüncelerine ulaşabilmek gerekir. İçinde taşıdığı geçmiş yaşantıların yaralarını fark etmesi ve tanımasına yardımcı olmak gerekir.

    • Kıskançlık hissettiği anlardaki düşüncelerini incelemesi ve kıskançlıktan önce gelen duyguları fark etmesi istenir. Bu duygu ve düşüncelerin farkına varmak, onları ayrı ayrı ele almaya ve rasyonel (mantıklı) olup olmadıklarına daha tarafsız bakmaya olanak tanıyacaktır.

    • Kişiye sevilmeye değer bir insan olduğu vurgulanmalı, kendi değersizlik hislerinin altında yatan nedenler araştırılmalıdır. Bu noktada önemli olan, hem kişinin geçmişten getirdiği olumsuz algı ve ihtiyaçları belirlemek, hem de bu olumsuz duygularla baş etmesi için daha sağlıklı yollar bulmasına yardım etmektir.

  • Bağlanma Korkusu

    Çağan Irmak’ın müthiş ses getiren filmini hatırlıyorsunuz değil mi? Issız Adam…

    Yarım kalmış bir aşk hikayesini anlatıyordu. Seyreden herkesi çok etkilemişti o film, kadınlar ağlayarak çıkıyor, erkekler “ ben o filme gitmesem “ diye kaçıyordu. Çünkü bu film, bir aşk hikayesinin, tarafların birbirini sevmediği için değil , kadın ve erkeğin korkuları yüzünden nasıl sona erdiğini anlatıyordu.
    Duygularını göstermekte zorlanan, hiçbir ilişkiye bağlanmak istemeyen , korkan bir Issız Adam vardı karşımızda. Kendine kurduğu bir dünyanın içinde yaşayan, yalnız , oradan oraya savrulan , kısa süreli hazlarla mutlu olmaya çalışan… Her ne kadar bağlanmaktan korksa da , doğum günü pastası için ortadan kaybolan çalışanlarını göremeyince bağlandıklarını kaybetmekten ne kadar çok korktuğunu o an hissetti.
    Çağan Irmak filmin merkezine bağlanma korkusunu yerleştirmişti. Herkesin hayatında yarım kalmış aşklar , ilişkiler vardır. Bu yarım kalmış aşkların temelinde sevgisizlik değil, korkular , kaygılar vardır. Dile gelmemiş, söylenememiş pek çok korku, kaygı tüketir ilişkileri. Zihinler hep geriye gider. Geçmişteki sevgili unutulmaz, her mutsuzlukta, her kalp sızısında geçmiş hatırlanır.

    İlişkilerde Bağlanma Nedir?
    Bağlanma; sevmek, içe bağlı olmaktır. Bağlılığın oluşması için kişinin özgür iradesi önemlidir. Ayrılmaktan korktuğu için değil ya da karşı tarafın kendini ilişkide tutmaya zorlamasından değil, kalmayı kendi iradesi ile seçmesidir. Flört etme, nişanlı olma ya da evli olma bir kişinin bağlı olduğunu göstermez.
    Bağlanma ihtiyacı beraberinde korkuları da getirir. Bir şeyin varlığı sizi ne kadar mutlu hissettirir ise yokluğu ya da yok olma ihtimali de o kadar kaygılandırır ve korkutur. Bilinç altı bir süreçle “Üzüleceğim “ diye geri çekilir , kaçar. Bu korku hayata, aileye, işe, genel insan ilişkilerine dair olabileceği gibi kişinin duygusal ilişkilerinde de söz konusu olabilir.

    Bağlanma korkusunun temellerinde;
    Terk Edilme Korkusu: Terk edilme korkusu yaşayan kişilerin geçmişlerinde bu korkuyu doğuracak temel olaylar vardır. Ailesi ile ilgili, özellikle de annesiyle ilgili böyle bir deneyim yaşamış olma ihtimali daha fazladır. Küçük yaşlarda yaşanan bu deneyim her defasında aynı şeyi yaşayacakmış gibi korku hissettirir.

    Acı Çekme Korkusu: Küçük yaşlarda annesinden ayrılmak zorunda kalan ya da güvensiz bir ortamda bulunmuş acı çekmiş kişiler bir daha aynı acıyı yaşamamak için savunma mekanizması geliştirirler. Bilinç altına bastırdığı bu duygudan kaçmak için çeşitli davranışlar sergilerler. Karşı tarafa kendini değersiz, yetersiz, sevilmiyormuş gibi hissettirirler.
    Kültürümüzde çocuğu sütten kesmek için annesinden uzaklaştırır, başka bir yere götürüler. Oysa ki henüz meme dönemindeki bir çocuğu annesinden bir hafta- bir ay ayrı tutmak son derece sakıncalıdır. Bu durum çocukta derin acı ve güvensizlik oluşturur. Anne geri döndüğünde ise artık çocuk hiçbir zaman eskisi gibi aynı güveni duymaz ve bağlanmaz.

    Ayrılamama, Özgürlüğünü Yitirme Korkusu: Ayrılamama korkusu ilişkiye bağlanma korkusunu açığa çıkarır. Genellikle kendilerine güveni düşük kişilerdir ve reddedilmekten korktukları için kendi istedikleri kişiler yerine kendini beğenen kişiler ile birlikte olurlar. Ancak bu durumda her ne kadar kendilerini güvende hissetseler de eşlerine yoğun duygular besleyemezler. Eşlerini zayıf, güçsüz , eksik bulsalar da gerçek duygularını söyleyemezler ve terk edilmekten korkarlar.
    Bağlanma korkusu yaşayan kişilerin çoğu bu korkularının farkında değildir. Ancak kişi fark ederse bu konuşulur ve ilişki içinde çözümlenir.

  • Mutsuzluk Bulaşıcı mı?

    1981 yılında Mersin’e taşınmıştık, daha 8 yaşındaydım. Oturduğumuz semtte yeni açılan bir market vardı. Okulumuz yakındı, yürüyerek giderdik, mutlaka oraya uğrar, çikolatalarımızı, bisküvilerimizi , sütlerimizi alırdık kardeşimle. İlk gittiğimizde para yerine elimizdeki karneleri uzatmıştık marketçi abiye. Yüzümüze tuhaf tuhaf bakmıştı; “ bu ne çocuklar ? “ diye sorduğunda “ siz buna yazıyorsunuz, babamız ay sonunda ödüyor bilmiyor musun ?” diye çıkışmıştık. Bize “ siz uzaydan falan mı geldiniz?” diye espri yapmış, elimizden tutup anneme götürmüştü. Annem gülmeye başladı; lojman hayatından geldiğimizi, orada bütün alışverişlerin lojman kantininden bu şekilde yapıldığını, çocuk olduğumuz için burada da böyle alışveriş yapıldığını sandığımızı söyleyince , marketçi abi de çok gülmüştü.

    Çok sonra anladım, meğer gerçekten de uzayda yaşıyormuşuz. Teyzemin kızının en büyük hayalleri olan üniversiteyi kazandığında “ üniversiteler çok karışık, kız başına uzaklarda okuyamazsın, kardeş kardeşi öldürüyor “ denilerek neden gönderilmediğini bilmiyordum. 1980 ihtilalini bilmiyordum, sıkı yönetim olmuş, onlarca insan sorgulanmış, hapislere atılmış, Pozcu da bile sokak savaşları yaşanmış , bilmiyordum. İzole bir hayatmış bizimkisi. Tek kanallı yıllar, gece 12 ‘de İstiklal Marşı ile kapanırdı televizyon, kardeşimle hafta sonları ayakta dinlerdik İstiklal Marşını, öyle kapardık televizyonu. Böyle canlı yayında şehirlerin bombalanışını izlemiyorduk, belki o yüzden paramparça olmuş çocuk cesetleri , çaresizlik içinde çırpınan anne çığlıkları girmiyordu rüyalarımıza. Elimizde bilgisayar da yoktu, kafası kesilmiş , kanlar içinde insanlar izlemiyorduk film gibi her dakika.

    En yakın arkadaşlarımdan biri Maria ‘ydı. Annesi İngiliz idi, ilk kez o zaman duymuştum Gayri Müslüm kelimesini. Ama bu günkü gibi kinle nefretle değil, sevgiyle… Annem bizi karşısına alıp ilk kez o gün öğretmişti ; insanları dinlerine, dillerine, ırklarına, mezheplerine göre ayırmamamız gerektiğini. Asıl olanın saygı, sevgi, dürüstlük, dostluk, kadir kıymet bilirlik olduğunu…

    Sonra başka bir semte taşındık. Çok şık görünümlü bir apartmandı. Sadece iki dairesi kiralıktı, diğerlerinde aynı soyadı taşıyan altı aile yaşıyordu. Çok sonra öğrendik, Siverek’ten kan davası nedeni ile Mersin’e taşındıklarını, güvenli olsun diye aynı apartmanda oturduklarını. Çocuğuz işte hemen kaynaştık onların da çocuklarıyla, arkadaş olmuş oyun oynuyorduk. Bir yıl sonra bu ailedeki arkadaşlarımızdan biri kanser oldu ve öldü. İlk kez bir cenazede ağıt yakma merasimi görmüştüm, annem de annesi kadar ağlamıştı, günlerce onları yalnız bırakmamıştık. Mahalledeki hiç kimse bunlar zaza cenazelerine gidilmez , ağlamayalım , acılarını paylaşmayalım dememişti.

    Benim çocukken öğrendiğim insani değerler şimdi ayaklar altında. Bugün hangi televizyon kanalını açsam kin var, nefret var, hakaret var…. Ölüler, yaralılar, bombalar var… Gazetede sürekli kesilen, bıçaklanan kadın cinayet haberleri var. Trafik kazaları, uyuşturucuya kurban gitmiş gençlerin öyküleri var…

    Çevremde mutsuz çocuklar, gençler, işsiz veya borç tuzağında boğuşan insanlar var. Sürekli eşiyle kavga eden arkadaşlarım, boşanıp dağılan yuvalar var. Artık gülmeye korkar oldum, sanırım mutsuzluk bulaşıcı. Ya bir çok kişi gibi kafamı kuma gömüp hiçbir şey yokmuş gibi davranacağım, ya da sahip olduklarıma şükredip, aktif bir vatandaş olarak üzerime düşen görevi yapacağım, yani ben annemi öğrettiği gibi bir hayat yaşayacağım…

    Not: Oy kullanmak bir vatandaşlık görevidir, sevgili okuyucularım demokratik bir hak olan oyumuzu kullanalım.

    Mutsuzluk